Ana Ben Ozan Oldum

Bir ayağımız köyde bir ayağımız şehirdeydi. Köye gittiğimiz de şehirli, şehre gittiğimiz de köylüydük oraların yerleşiklerine göre. Köyümüz dağların arasında bir varsak köyü. Her evin bir alisi, hasanı, hüseyini, ayşesi, sakinesi mutlaka var ama alevi değiller her nasılsa…!

Ana, dedim; beni hangi ayda doğurdun?

Ne bilim, dedi; engin ekini biçiliyordu…

Evimiz, taş duvarlı, mertek tavanlı ahırdan bozma koca bi oda… anam orda doğurmuş yedincisi olan beni.

Babam yedi yaşındayken üç yaşındaki erkek kardeşiyle yapayalnız kalıvermiş. Önce  ermenilerin türkleri ve kürtleri katlettiği sonra da türklerin ve kürtlerin ermenileri doğradığı adına “kaç kaç” denilen yıllarmış…ardıç cüleği yiyerek aylarca dağlarda yaşamış kaçabilenler…

babam serpilmiş… “bu çocuğu evlendirelim” demişler… kendisine abi demeden konuşmayan, köyün güzel ve yiğit kızlarından biri yemeklerini getirir çamaşırlarını yıkarmış iki kardeşin. Onu görmeyip, aşağı köyden, düğünsüz derneksiz bi kızı alıp gelmişler. Hemen bi çocuğu olmuş babamın Allah’ın verdiği… derken ikincisine hamile kalmış karısı. Derken askere çağırmışlar babamı. Gitmiş, orda okuma yazma öğrenmiş…dört yıl sonra gelmiş; ne karısı var ne de çocukları. Sırayla öldüler, demişler.  Kardeşini sormuş, askerde demişler; işte bu karısı bu da oğlu.

Kaçakcı diye bi adam gelir gidermiş köye. Katırının üstüne, kadınların hoşuna gidecek ne varsa onları yükler köy köy dolaşırmış. Bi de gramofonu varmış. Onu açtımı kadınlar kızlar başına toplanırmış. Hemen her köyden beğendği kadınları şehre götürür kendine avrat edermiş…bi sabah uyanmış, bakmış kardeşinin karısı yok… küçücük bi oğlanla kalakalmış babam…

evlendirelim bunu demişler. Kendisine abi demeden konuşmayan o kızla evlendirmişler. Devlet okuma yazma bilenleri memuriyete alıyormuş. Hemen ormancı yapmışlar babamı. Anam arka arkaya gebe kalıyor Allah durmadan çocuk veriyormuş. İlk doğanlar arka arkaya ölüvermişler…dokuz tane daha verivermiş Allah!… yeter, dememiş anam Allah’a.

Namuslu adammış babam…namı yürümüş ormancılıkta. Köylüler zar ağlarmış elinden. Devlet, demiş; gel şehirde tahsildar ol. Olmuş. Koca kozanın bütün elektrik ve su paraları evimizde toplanır olmuş. Ne bi lokantada yemek yediğini ne de bi kahvanede çay içtiğini gören olmamış. Ne tarlası olmuş ova da ne de konağı. İki göz bi ev, dokuz baş horanta…

Haçin suyunun en büyük balığını tuttum… altı yaşında bi çocuktum. Yanağımı okşayan ellerin tokat da olabileciğini, balıkcıların elbiselerini suya verince öğrendim.

Misafirlere verilen tahinli pekmezden istedim diye, kafamı pekmez teneksine sokmuş babam. Kıt sat hatırlıyorum; doydun mu oğlum? dediğini…doydum, dediğimi… babamın bir teneke pekmezi yere döktüğünü.

En büyük abim, anama şiir okuyor;

  • ana ben ozan oldum,
  • okuyup yazan oldum,
  • teneke bile değiliken,
  • aş bişen kazan oldum…

Hem zorla güzellik olmaz derler  hem de zorla yaparlar ya da yaptırırlardı koca koca elleri, kafaları olan ademler…zorla sünnet ettirdiler… zorla okula yolladılar. Çantayı çamura atarım, o güzelim, ablamdan kalma siyah önlükle çamura yatarım olmaz… olmadı kalemi kırar defteri yırtarım… olmadı anamsız okula gitmem derim…kapıdan yanda anam otururdu beni duvara sıkıştırarak. Anam söktü okuma yazmayı ben de tık yok. Dört yıl dayanır Ceyhun öğretmen. Sınıfta bırakır,arkadaşlarımdan ayırır beni. Deftersiz kitapsız, kalemsiz silgisiz kara tahtaya, fişlere baka baka okumaya geçerim…teşekkür bile alırım ardından…

Okuma yazmayı zorunan öğrettiler… kitap okumayı zorunan sevdirdiler… aşık olduğum kıza, zorunan bacı dedirttiler…

neredeyse hepimiz doyası yaladık mürekkebi.  En büyük ablamız hariç; kızlar okutulmazmış ozamanlar.

Hayata televizyon girmiş… ama bizim hayatımızda yok… kozan’da birkaç evde var.  Bütün mahalleli o evlerde toplanır dallas izlerlerdi.

Pantolonum lastikli, ayağımda filtekeli patik. Okul yolunda oynayarak giderken kırılıverdi lastik, kopuverdi filteke… pantolonu büzüştürüp lastikle bağladım… ayağımı sürüye sürüye girdim sınıfa. Sınıfın en çalışkan ve en güzel kızına aşık dört kişiden biriyim.…herkesten önce, geçip oturdum köşedeki yerime. Ayağa kalkmaya utanıyorum. Önümdeki defter yaprağına bişeyler karalıyorum.

Ders türkçe. Öğretmeni, neredeyse bütün okulu ülkücü yapan ülkücü Ahmet… içeri giriyor, ayağa kalkıyoruz, ben pantolonumun lastiğini tutuyorum.… bugün sözlü var, oturun, diyor…oturuyoruz…kapı ağzındaki sıradan başlıyor sözlüye; ceyarı kim vurdu…ses yok.

Ceyarı kim vurdu, ses yok…

ceyarı kim vurdu, ses yok…sinirleniyor  Ülkücü Ahmet… dalmışım… evimize giren, gazete manşetleri, evimizi basan polisler, anamın onlara direnişi geçiyor gözümün önünden;

altı anarşist ölü olarak ele geçirildi…

giremezsiniz benim evime

altıncı filo denize döküldü…

allahınız giremez ulan

dün türkiye genelinde 23 kişi silahlı çatişmalarda ve bombalı saldırılarda öldürüldü…

ölsemde vermem oğlumu size…

Guatemala’da insanlar açlıktan ölüyor…

Ağzınız pabuç istiyor sizin… alın size pabuç…

Deniz gezmiş ve arkadaşları yakalandı..

Sakın ağlamayın…

dar ağacında üç fidan..

nurhak sana güneş doğmaz…

oy dere kızıl dere…

Ceyarı kim vurdu

Götüremezsiniz oğlumu…

Benim halim ortada…önümdeki kağıda kırık satırlar halinde bunları yazıyorum… sen! güdüzalp, diyor sözcüklerden salyası akan bi ses…başımı kaldırıp bakarken, karaladığım kağıdı avucumda sıkıştırıyorum…

sence kim vurdu?…

kimi? diyorum titreyerek.

Ayağa kalk da söyle, ceyarı kim vurdu?…

Bütün sınıf bana bakıyor…ayağa kalksam pantolonumun hali görünecek…gözünün içine bakıyorum ülkücü Ahmet’in…

ayağa kalk, diyor yeniden…kıpırdamıyorum…gelip başıma dikiliyor;

kim vurdu?…

Yılmaz Güney, diyorum.

Gülenler oluyor sınıftan…gülenleri tarıyıor gözlerim…

Dersimizin adı ne? Diyor Ahmet…

Bilmiyorum, diyorum…

Konumuz ne?

Bilmiyorum?

Benim adım ne?

Bilmiyorum.

Avcunda ne var?

Bilmiyorum.

Kalk tahtaya…

Kalkmıyorum…

Ozan abim okulumuzda öğretmen olmasa beni öldürecek…

Bi yandan elimdeki kağıdı almaya çalışıyor, bi yandan sürüklüyor beni. Patik çıkıyor ayağımdan…pantolonumun lastiğini o kız da görüyor…tahtada herkesin karşısındayım… saygısızlığımı anlatıyor sınıfa. Sıra arkadaşım adnan’a bağırıyor; babanımı öldürdüm de bana öyle bakıyon?…Adnan’a bakıyorum; gözlerinde kurşun eriyor. Sürüyerek yanıma getiriyor adnan’ı… tekme tokat girişiyor…Adnan’ın ağzı yüzü kan. Hıncını alamıyor Ülkücü Ahmet; çöp teneksini kafasına geçiriyor Adnan’ın..kolumu kıvırarak elimdeki kağıdı alıyor sonra…bakıyorum, Adnan bana bakıyor; ağlama… kağıdı okuyor Ahmet. Sınıfta çıt yok. Suratıma fırlatıyor kağıdı. Eğilip alıyorum…kapıya bakıyorum; dışarı fırlıyorum imdat isteyerek…bütün öğretmenler ayaklanıyor…bir sürü patırtı gürültüden sonra  abimle yolda yürüyoruz; seke seke gidiyorum yanında…o kağıtta ne yazılı? diye soruyor. Kağıt hala avcumda. Abime uzatıyorum kağıdı…sesli sesli okuyor;

Vurulurken sokaklarda gencecik fidanlar

Ölürken gutemala’da açlıktan insanlar,

Yalan yazıyor gazeteler,

Yalan söylüyor radyolar,

Yalan gösteriyor televizyonlar,

Dururken bunca insanlık sorunları

Gazeteler, radyolar, televizyonlar, hocalar

Ağız birliği etmişcesine soruyorlar; ceyarı kim vurdu?

Bana ne ulan kim vurduysa vurdu

Benim ayağımda patik

Pantolonumda lastik.

Eğiliverdi yanağımı iki elinin arasına aldı, alnımdam upuzun öpüverdi. Ne patik kaldı aklımda ne pantolonumun lastiği, neaşık olduğum kız ne de ülkücü ahmet; bi yağmur başladı… ıslanarak yürüdük… zorunan şair mi oluyordum ne…?

fırıldak kırmaç oynuyoruz deve dikeni ağılları olan bahçenin arasında…babam beliriveriyor yolda yanında kucağında televizyon olan bi adam. Arkalarında ozan abim elinde bi paket…

Tiril tiril giyinmişim. Ayağımda kundura, bacağımda kemerli pantolon.

Ders din dersi. Ben ogün tanrıların arabalarını bitirmişim.

Sonra seve seve okudum bütün klasikleri…

Sonra liseye gittim… kerrat cetvelini bilmiyordum…

Sonra şimdilerde adını mahsustan unuttuğum bi kıza daha aşık oldum… ona şiirler yazdım ferdi tayfur belki besteler diye…

Kerrat cetvelini bilmeden, lise lise gezerek sona geldim…

Kitaplar yakıyorduk ozan abimle, banyo sobasında….babam kurtuluştan kalma dolma tek tüfeği parçalıyordu yanıbaşımızda…sağ kurtultum ölen, hapse giden arkadaşlarımın arsından… hala üzülürüm neden beni de içeri almadılar diye on iki eylülde…

Sonra kerrat cetvelini bitirmeden bitirdim liseyi…

Sonra üniversiteyi kazanan yirmi öğrenciden biriydim… iktisat okudum kapalısından… baktım, parayla aram iyi değil namussuz olamayacağım, okul dışında herşeye attım kendim bildiğimi… okuldan atıldım… dört yıllık fakülteyi sekiz yılda bitirdim… kötü örnek diye gösterilir oldum…

Baktım ki şiir acıya veriyor kendini, durmadan aşık oldum, durmadan terkedildim, durmadan şiir yazdım…

Sonra gün batımı yanaklı bi kız daha yıktı beni…kendi şiirinde kavrulan kıytırıktan bi şair oldum… saklardım yazdıklarımı…

Sonra aileden gelme kominist oldum…Atatürk’e tepeden baktım… marksız, leninsiz konuşmaz oldum…

Parasını vererek bastım, el gözü görecek şiirlerimi… adı, CEC ETTİM HASRETİNİ… şimdi örneği bile yok elimde… şöyle diyor bi şiirinde;

Oy!

                      Çukurova’da gün batımına benzer yanaklım,

                      Bir sana bir de güzde çiçek açanlara takılıp kaldı aklım…

Yedi yıl işsiz gezdim… simitle şarap içtim… tanıdığım her şaire kırk yıllık dostmuşcasına ısındım… anamdan bile esirgemedim dilimin dikenini… güzellikten yana her taşın altına girer oldum…adım dergiciye çıktı bi ara… cam nasıl çatlar öyle bilmem kaç kez çatladı canım…

Sonra hiç sonrası olmadı dediğim, adını değiştirip Dunay koyduğum dişi bi nehre bıraktım kendimi…beni şair etti… ihanetti… rüzgarla sevişen yapraktı… elinde bi anahtarla gitti…bekledim…daldımışım…kırıldım… dönecek, dedim başka bişey demedim.

Sonra, dedim ;kendi kendine de kırılır dal kuruyalı yıllar olmuşsa…

Herkesin çok sevdiği ama dilini kimsenin anlamadığı bi destanın baş kahramanı oldu sonra; Kİ BELKİ’ydi adı… şöyle diyordu bi yerinde;

Ki belki

                       bütün yapraklar

                       dallarına ihanet etmiştir

                       bırakıp dallarını

                       rüzgarla sevişmiştir…

                        Ki belki

                       Hiçbirimiz yeni değiliz, tanışmamışız o kadar.

Baktım basan yok verdim parasını ben bastım…  dosteller dağıtımıyla dağıldı… sonra saldım çayıra… öyle böyle köreldi şir-dilim…

Kendi kendine de kırılır dal, dedim; haddinden fazla çiçek açmışsa…

Sonra, özgürlüğümü asgariye sattım, öğretmen oldum… Kızıltepe’ye gittim…türkçe bilmeyen çocuklara zorla tükçe öğrettim… iyi değil en güzel insanlarını tanıdım oranın… kelliğim bi yana ilk kez adıma o kadar güzel lakaplar takıldı orada; kanepe filozofu dediler… siyah poşetli adam, dediler… en iyi türk, dediler… çerçevesiz dediler… hepsini sevdim…

Söylemesi ayıp ama söyleyim, yok söylemeyeyim; birine daha…

Dedim;

kendi kendine de kırılır dal bütün çiçekleri metveye durmuşsa…

 Dönüyorum, dediğin de, on yıl geçmişti aradan…yanında ikizleri vardı. Nasrettin hocanın kazanı geldi aklıma, gülmeli ağladım;…

Dedim;

kendi kendine de kül olur dal, düştüğü yerde kalmışsa…

İnsanlık teknoloji alametine bindirilmiş bi kıyamete doğru hızla yol alıyordu. Hemen hertürlü sanat ve edebiyat sermayenin ve belirli çevrelerin beğenilerinin etkisi altına girmiş ya da girdirilmişti. İnsanı insan yaptığı söylenen değerlerin nerdeyse tamamının içi boşaltılıyordu… gözümüzün önünde olup bitiyordu hepsi. Görselliğin acımasızlığı altında, elinde kalem beton kaplamış yazıyı deşiyordu o beğeni merkezleriyle ilişkiye girmemiş birileri. Kendi şiirlerinde, kendi öykülerinde, kendi romanlarında vb. kavrulup duruyorlar, kalemleriyle dinazor yakalasalar dahi çalışmalarını gün yüzüne çıkaramıyorlardı…nitelik ikinci plandaydı artık… aslolan o insansız düzenle kurulmuş ilişki biçimleriydi.

Sonra insanların okumaya korktuğu ya da şöyle demeli okusa da okudum diyemediği ya da “bu roman değil” dedikleri, bi gidenle bi kalanın şaman ağzından anlatılan söylenceleri olan, YUĞ adlı bi roman yazdım. Sonra, baktım geleceğe yazıyorum; bir kez daha sevdim hep aşklarda sevdiğim anlaşılmamayı.

Beş yayın evi dolaştı, hepsi çok beğendi ama basım parasını istedi. Verdim parsını onu da ben bastım…

Sonra, şiir mi beni bıraktı yoksa ben mi onu bıraktım git-gelleri arasında sıradan öyküler yazmaya başladım… bi kez daha anladım ki şiir mutsuz insanların dili ya da sosyal bi kimlik arayanlaın varoluş çabasıymış…

Baktım, yol bitince patikalar başlıyor… patikalar bitince tırmanma ya da tırmalama…

Anladım, ne kadar yıkılmışsan o kadarlık yazarsın.

En büyük sırrımı her okur-yazarla paylaştım; yazdıklarıma kesinlikle alkol karıştı… alkolle yıkanmayan sözcükleri sokmadım şir-dilime.

Sonra bi gök kuşağının altından geçtim… cinsiyet değiştirmedim beklemediğim çıka geldi… Bi kızım oldu paris solumuş devrimci bi anadan; adı ILGINSU; AŞK NE Kİ!… Söylemesi şiir amma yine de söyleyim; bi geçilmez yar …

Köye bi çardak yaptım. Harap bahçeye ceviz diktim. Zorla sevdirdim köyü ikisine; her çocuğun bi köyü olmalı, diklenmesinde.

Sonra…!…!?!

Sonra bi gün hastalandım…doktor sordu; alkol alıyor musun?…

Düzenli olarak, dedim… düzen bozulacak sanki, dedi… “şaraba şükür aşka amin” diyen sesle irkildim…it ödürenlerini değil, en güzellerini almaya başladım alkolün… müthiş bir savunmam vardı artık; yaralar alkolle temizlenir.

Ana, dedim, bi gün; babam, hiç dudağından öptü mü seni?…

A benim deli oğlum, dedi; öpmese leylekler nasıl getirirdi seni….

Sonra…!…!?!

Sonra, dedim;

kendi kedine de yeşerir dal, bi yanı Su’da kalmışsa.

Yorum bırakın